bir, yedi, üç

dil ne ola ki; buradalığımızı sağlayanın ne olduğunu bulamayacağımızı anladıktan, kanıksadıktan, alıştıktan sonra edindiğimiz bir yuva belki. herkes, ama herkes söylediğince var; hem söylemediğinde bile, herkes söylediğince koruyor, kuruyor kendini. sanki verilmiş, zaten var olan bir şey gibi, işte şimdi bir şeyler söyleyen, sayıklayan bazen, bazen tüküren elim gibi mümkün ve doğal bir şey bu sanki. gözüm var gördüğüm ve hep vardı, dilim var ve bu doğal – ne büyük yanılgı. bir yerlerden yeni, kullanılmamış, bariz zamanlar taşıyoruz gibi, henüz kurulmuş mekânlar. sonra çevre bizle beraber yürüyen bir şey oluyor; aklımızda, kalbimizde diyelim ki bir dağ taşıyoruz –onlar da taşıyor– kendimiz, insanlığımızla ilgili öğretilen ya da karar verdiğimiz bir hale sahibiz ve bizi koruyan tek şey bu. mesela bir dilsiz, bir kör, bir sağır olarak nereye koyarız kendimizi. üstelik bizdeki eksiklik, bizden ziyadelerin eksikliğine vurgudan başka bir şey sağlamazken. bir körün gözümüze niyetlendiği sanılmasın sakın, yaşamı cendereye sokup küçültmekten başka bir şey olmazdı bu. peki ne diyorum ben şimdi, burada, herhangi birine ne anlatıyorum. sabah kalkıp dünyanın tüm suyunu saydığımı söylesem; bir, yedi, üç; sonra durduk yere bunu umursamadığımı söylesem, sonra öğleye doğru boğazım kurusa ve işte şimdi buna herhangi bir işarete meylederek inanan siz, bundan, sabah saydığım sudan öğlen vazgeçemeyeceğimi anladığınızda, kuruluğun arzusunu mutlaka gidermem gerektiğini anlattığımda sabaha ne olur; yani biz konuşurken neye benziyoruz aslında. etrafımızı yanımıza çekip, etrafı kendi yanımızmış gibi işaretleyip oradaki biricikliğimizi, yalnızlığımızı mı vurguluyoruz. aksi de mümkün, bomboş bir boşlukta öylece duran bir şey olmakla aynı şey değil mi bu aslında. nasıl da sarkıyor dil, ağzımın her yanı paçavra! asla tutamıyor, dizginleyemiyoruz bunu. dünya herkes için aynı görünüyor, böyle bin tane, milyon tane gözle bakınca, orada gerçekten bir akasya duruyor boylu boyunca, iş, akasyanın bizden azadeliğini kavrayıp onu ağacın evine sokmakta, ağacı yer ile göğün evine ve bu hikâye böylece boşluğa. her şeyin bir olduğu, her şeyin birbirine karıştığı, bulandığı ve kendinden sıyrıldığı bir yer, bir hayal, bir hal var; her şeyin bir diğerine değmeden var olduğu, varlığın varoluşunu tek ve aynı ciğerden soluduğu. adını bilmediğimiz, adlandırdığımızda diğerlerinden sıyrılıp bir şeye dönüşen ve böylece konuştuklarımızı yoksayan bir hal, hayal, yer bu. konuştukça başkalaşan, diğerleşen bu durum engelliyor oradalığımızı. eğer her şey içinde bir şeysek, misal insan evinde her zerre gibi bir zerre, o zaman o hali haiz olan, o yerin bizi haiz olduğu.. kuşun bilinçsiz, kalbi varoluşu. konuşmamamız gerekir. biz işte, yarattığı dili yiyen aç kurtlar gibi, her şeyi birbirine karıştırıyor, yine de söylüyor, hep söylüyor, asla doyamıyoruz. içimdeki o özlem, hırs, imanla, o boşluğa düştüğüm nadir zamanlarda, suyu saymadığımı söyleyen boğazım kuruduğunda her şey benim için benim yanımda, her şey benim için benden ziyade aynı zamanda. ne ki konuşarak yarattığım bu karışıklık, benzemiyor toprakta çürüyüp kaybolan yaprağın dünyaya karıştığına; hep dışarıdayız, konuşarak daima dışarıda. sanmak lanetin ipidir, çoktandır dolaşık boynumuza. aklın kendi gibi olduğu o hayal, hani. oysa bir defasında maviden rengi ayırdığımda yırtıldı zaman, sonra ben oradan sırasızlığın bahtiyarlığına; bir, yedi, üç!

kitap-lık, kasım 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder