zaman, dönemez bazı dünyaları
ferahlar bu göğsüm
sabahın uyuduğunu göreniniz var mı

bir vakite asılı akşam nedir
güneş gündüzlüdür
kendinden ayrı gecenin karanlığı

savrul ey doğmuş olmanın nişanı
bir yeryüzünde bir ben kimdir
hem boşluktur zamanın asıl adı

varlık hiçlikte dinlenir
ve asla, bazı şeylerin yoktur mekânı



kendime geçebilsem, kendi içime
hangi su karşılar yüzümü
ayna etse cismini bedenim içinde geçip giderken kum
bu sarmal kuyuda kazınan ruhum gösterir mi rengini
kendime dönerken kendime gözüken bu ufunet, bu tortu
birikir mi kuyuda ben arşa çekerken gövdemi

hiç gedik bulamaz kendine kusan safra
bende ben biriktirdim bu kanı ruhuma!
ben heba ettim yüzümden çekip aynayı nergise
gözüm, ah çirkin gözüm döndü kendini aslıyla görmeye!



/rakı / süt / içinden çıkılmaz iki beyaz hatıra/

 /gelin isterim / ellerinizde on liralık on bir / dokuz buçuk liralık beyaz / benim dizlerim zaten kırık / oturun isterim boyum kısa/

/rakı / ben çocukken bir büyükten / böldürürdüm bazen / bir otuz beşlik rakı // o kadarına mı yeterdi lirası babamın / anam izin vermez miydi bilmem fazlasına // bazen birinin ağzı oruç / bazen ağzı birinin hep öyle bembeyaz yara // hangi bakkal “selamünaleyküm” bilir miydim / hangisi “iyi günler / bir ufak sarhoşluk taşıyacağım sarsak ellerimle babama” // sonra işte kaydı gitti o şişe / bakakaldım elimde yırtık bir torba / kaldırımda cam kırıklarına // bilmem hâlâ babam avuttu mu kendini o gün / tek oğlunun sarhoşluğuyla // o zamanlardı yine ben on iki on üç yaşımda / diktim başıma köpeköldüren / çıkardım içimde ne var yok kustum babasızlığıma // o zamanlar / çocukken / daha başım kara/

/süt / anamın ablası hürmüz / adaştı zerdüştlerin hayır tanrısıyla // bundan mıydı dört çocuğundan ikisi sakat / kıpırdardı önünde anlamsızca // iyi büyüsün / güzelleşsin istemiş, serpildi birinin adı / sallardım elimi ben / yüzünde sinekler yürürdü neden / bir insan nasıl yatar aynı yatakta yıllarca // tek kızıydı / tek goncası teyzemin yazık / serpilemedi / soldu gitti kucağında // yok / bir ateş yetmez / bir tane daha zerdüştlerin hayır tanrısına! // doğru ve haklı olsun diye birinin adı sedat / bir abim var teyzemden yaşar hâlâ // işlemez elleri / doğrulmayacak bedeni herkeste olan o basit adıma // o evde işte / onların arasında / doğrardı teyzem bayat ekmeği kaynar süte iki kaşık şeker / doyardım ben mutfağında tamlığımdan utana utana/

/isterim bir ufak rakı etse sözleriniz / bir çanak süt / “içine sığanın dışına çık” / duymak istiyorum bunu kendi kulaklarımla/


duvar edebiyat, eylül-ekim 2012

benzeyen

devri düz bir benzeyendi gün
sabah, öğle, ikindi
uzun bir varlığa sabrettin
boşlukta sonsuzluk birikti

unut onları o adamlar
kadınlar, ellerine dolanan ipleri
cisimler içinde bir isimdi cismin
uğultular içinde uğurlu bir sesti

kim bu peki saçlarına
sakalına hem göğsüne bir nişan, peki
bu genç yaşında bu kırı
bu ayları bu göklere kim sabitledi

sen konuş sen durma sen uzun
diline sarılan ince şiiri
güzel bir ölüme yaslanır ömür
büyükler, ulular, yokluyor kalbini

zaman devri düz bir benzeyendi
sabah, sonsuzluk, ikindi

yeniyazı, bahar 2011

ilk dize sonra ve birdenbire istanbul

ışığın dikkatini çektiği ilk yerdir ilk dize,
sakin olmalısın.
ağaçlara bakmalısın, adamlara belki.
ve birdenbire istanbul,
bunca sürtünmeden sonra elbet kalacaktı izi.

ne diyorduk, ilk dize
ışığın dikkatini ilk çektiği.
o zamanlar yeni elin, bu taşlar, şehir,
hamdı meyven henüz ve sürgünün yeni.
sendin o geçtin zamanları başı hayal,
gövdesi hayal, hayaldi ayakların,
basardın esnerdi şehrin semtleri.
sonra birdenbire istanbul ve dalgalanan surlar,
birdenbire sonra surlar ve kabuk.
sonra hayat birdenbire ve yavaş
yavaş geçti kanın gençliği.

söylemiş olmalıyım bunu,
sıra sıra gemiler dizmişler o zaman kadırgada,
şimdiler ahırkapı önleri demirler geçidi.
can doğrarlar uluorta ben bilirim gezdim,
ağrılar, yaralar ve işte bu denizdir
masum kanının seyrelip seyrelip mavileştiği.

çok yokuş böyle buralar kim için bunca deniz
hani asmalar, çardaklar, arkadaş çayının demi.
nereye düşmüş onların meyveleri adamlar
adamlar asmışlar çınarlara, dutlar
ve bir tek ağaçlar hatırlar olup biteni.

bir taştır ben bilirim yerini o durur bura istanbul
ilk aşk diyordum, ışığın kalbimdeki ilk izi.

papirüs, ocak-şubat 2011

töre

bir, iki, çok
sayılmaz ikiden fazlası
afrikada derler bazı köylerde
geçer kara adamlar önünde bulutlar ak
umarsız dünya döner devrilir kendince

afrikada derler oğulsan
öldüysen seni doğurandan önce
gelir uzak köyden bir adam
gezer ananın ırzında tek günde bir
iki, üç kere

kızlarım var benim küçük küçük türkiyede
satılır büyük büyük adamların
buruş buruş kucakları ekşidiğinde
kaça kadar sayabiliriz daha biz
babaların salyası uzar daha nereye

töreler gezer köyleri afrikada
memlekette köpeklerden ziyade

kitap-lık, mayıs 2010

bir, yedi, üç

dil ne ola ki; buradalığımızı sağlayanın ne olduğunu bulamayacağımızı anladıktan, kanıksadıktan, alıştıktan sonra edindiğimiz bir yuva belki. herkes, ama herkes söylediğince var; hem söylemediğinde bile, herkes söylediğince koruyor, kuruyor kendini. sanki verilmiş, zaten var olan bir şey gibi, işte şimdi bir şeyler söyleyen, sayıklayan bazen, bazen tüküren elim gibi mümkün ve doğal bir şey bu sanki. gözüm var gördüğüm ve hep vardı, dilim var ve bu doğal – ne büyük yanılgı. bir yerlerden yeni, kullanılmamış, bariz zamanlar taşıyoruz gibi, henüz kurulmuş mekânlar. sonra çevre bizle beraber yürüyen bir şey oluyor; aklımızda, kalbimizde diyelim ki bir dağ taşıyoruz –onlar da taşıyor– kendimiz, insanlığımızla ilgili öğretilen ya da karar verdiğimiz bir hale sahibiz ve bizi koruyan tek şey bu. mesela bir dilsiz, bir kör, bir sağır olarak nereye koyarız kendimizi. üstelik bizdeki eksiklik, bizden ziyadelerin eksikliğine vurgudan başka bir şey sağlamazken. bir körün gözümüze niyetlendiği sanılmasın sakın, yaşamı cendereye sokup küçültmekten başka bir şey olmazdı bu. peki ne diyorum ben şimdi, burada, herhangi birine ne anlatıyorum. sabah kalkıp dünyanın tüm suyunu saydığımı söylesem; bir, yedi, üç; sonra durduk yere bunu umursamadığımı söylesem, sonra öğleye doğru boğazım kurusa ve işte şimdi buna herhangi bir işarete meylederek inanan siz, bundan, sabah saydığım sudan öğlen vazgeçemeyeceğimi anladığınızda, kuruluğun arzusunu mutlaka gidermem gerektiğini anlattığımda sabaha ne olur; yani biz konuşurken neye benziyoruz aslında. etrafımızı yanımıza çekip, etrafı kendi yanımızmış gibi işaretleyip oradaki biricikliğimizi, yalnızlığımızı mı vurguluyoruz. aksi de mümkün, bomboş bir boşlukta öylece duran bir şey olmakla aynı şey değil mi bu aslında. nasıl da sarkıyor dil, ağzımın her yanı paçavra! asla tutamıyor, dizginleyemiyoruz bunu. dünya herkes için aynı görünüyor, böyle bin tane, milyon tane gözle bakınca, orada gerçekten bir akasya duruyor boylu boyunca, iş, akasyanın bizden azadeliğini kavrayıp onu ağacın evine sokmakta, ağacı yer ile göğün evine ve bu hikâye böylece boşluğa. her şeyin bir olduğu, her şeyin birbirine karıştığı, bulandığı ve kendinden sıyrıldığı bir yer, bir hayal, bir hal var; her şeyin bir diğerine değmeden var olduğu, varlığın varoluşunu tek ve aynı ciğerden soluduğu. adını bilmediğimiz, adlandırdığımızda diğerlerinden sıyrılıp bir şeye dönüşen ve böylece konuştuklarımızı yoksayan bir hal, hayal, yer bu. konuştukça başkalaşan, diğerleşen bu durum engelliyor oradalığımızı. eğer her şey içinde bir şeysek, misal insan evinde her zerre gibi bir zerre, o zaman o hali haiz olan, o yerin bizi haiz olduğu.. kuşun bilinçsiz, kalbi varoluşu. konuşmamamız gerekir. biz işte, yarattığı dili yiyen aç kurtlar gibi, her şeyi birbirine karıştırıyor, yine de söylüyor, hep söylüyor, asla doyamıyoruz. içimdeki o özlem, hırs, imanla, o boşluğa düştüğüm nadir zamanlarda, suyu saymadığımı söyleyen boğazım kuruduğunda her şey benim için benim yanımda, her şey benim için benden ziyade aynı zamanda. ne ki konuşarak yarattığım bu karışıklık, benzemiyor toprakta çürüyüp kaybolan yaprağın dünyaya karıştığına; hep dışarıdayız, konuşarak daima dışarıda. sanmak lanetin ipidir, çoktandır dolaşık boynumuza. aklın kendi gibi olduğu o hayal, hani. oysa bir defasında maviden rengi ayırdığımda yırtıldı zaman, sonra ben oradan sırasızlığın bahtiyarlığına; bir, yedi, üç!

kitap-lık, kasım 2009

bizi tartan kolların ikisi

üç kişiydik ikimiz ben
yer ile gök bir idi
duracağım burası güzel
burası güzel gül kokutacağım ellerimi

üç kişiydik geçkin ikimiz
birimiz geçenlere bakan idi
bir yer vardı kalanlar, gidenler
kıpırdamayanın sahipleri

üç kişiydik siz ikiniz
üçüncü içimizde ben idi
saymam fazlasını
bizi tartan kolların ikisi benimdi

kitap-lık, mayıs 2009

biz olmasak ölür

sen olmasan olmaz ölüm
atar nabız bileğinde
ister şahdamarından bakar ömrün
istersek bağlar, bahçeler hep birlikte

basit bir dünya bu, her şey dengede
kaldırırız taşı, çukuru boşalır bir yerde

çağırırız gelir
ne güzel bir aşk saklanmış kalbimizde
biz olmasak ölür
kuşlar çarpıp durur göklere

kitap-lık, ocak 2009

aksak zaman

hatırlarsın kendini de yola durursun sonra
dağlar, adalar
aksar zaman deniz ile orman arasında

sayarsın ânı, sabır zehir biriktirir aklına
zannındır tutarsın ipi
dersin taştır döker kahrını kumsala
ne çok isim kulağında, ne çok arzu
güdemezsin benlerini hâlâ

kime desen kendini, yalnızsın oysa
denizin üstü gümüş
ışıldar orman akşamın şavkında
aksıyor zaman
şuncacık yerde dönüyor dünya

kitap-lık, eylül 2008

renk ile mavi / kapı billur ruh tenha

renk ile mavi

vasfıma uymuyor hiçbir sıfat
insan özler mi kendini
ey acılardan geçerken elime tırpan olan buhran
insan senden vazgeçer mi..
ama anladım çoğu şeyi, renk maviden sıyrılıyordu
ağaç silkeleniyordu güneşten, gözüm gördü hepsini..
seçip parlattım hiçliği, kimsesizliği
vasfıma uymaz hiçbir sıfat ve yalnızlık ağır
insan
sever kendini

kapı billur ruh tenha

tek başına bir kendi imiş dünya
kibir, esrar sıyrılırmış isimlerden
azatlı bir sırsın artık, git vur kendini taşa
kendiyle aynı bir kapı imiş ben sahipliği
geçtim ya ruh tenha
dünya içiyim, buhran ya da..
ey her kendiye ben bulayan ilmim
yer haberlidir gökten ya sefa
özden cevher süzenler bilir, muamma ya da
kapı billur artık ruh tenha
nefes dinlesin nefsini
gurur, kalk dolaş istersen bağrımda
ben olmayan kendim öylesi berrak suyumda

kitap-lık, kasım 2007

su için dua

toprak senden, yol elbet senin efendim
mezarlarla konuşur bir soyun tohumu ben
zaman sürüp sakinleştirdiğim ölüm vakitlerinden geçtim
gün ışıldı utandım ellerimin güzelliğinden
gece zifirdi efendim, benimi yakıp kendime sindim
solurum istir gırtlağımda, beklerim yüzümde sakal birikir
aleve hikâye taşımaktan nasıl vazgeçsin dilim..
ateş senden elbet, yağmur senin marifetin
yangınıyla mağrur bir kibrin artığı ben, senden
sesimde allah arayanlara bir su dilenirim
bir su efendim, ağızlara serpeyim

yasakmeyve, mayıs-haziran 2007

cevher içinde demir / fersiz ayın fikri

cevher içinde demir

sudan ıslak ateşte dinlenirim
hepsi tanıyor bir diğerini
merhem içinde acım, ahım yankısıyla sevinçli
bilgedir hepsi gülibrişim, sedir ağacın evine girdi
vardı canım cevhere, ne ince huzur
her şey hiçten haberliydi..
sudan ıslak ateşte dinlendim ne şanlı şenlik
ben ki demirdim
ve atlar mıhlarıyla seferi


fersiz ayın fikri

yüzgeriyim zaman sihrinden
üç gün görmüş an gibiyim
sözümle daralır suyun cidarı
katrede cezr ile sabittir sesim..
gezdim dünya nazında, bir vakte nişaneydim
ummanlar ile denizler çözüldü
zerre ile tuz arasında tane nedir bildim
güneşsiz aydım, kamer idim fersiz
ışık değmez fikrime, suyun hatrı bitimsiz..

kitap-lık, mayıs 2007

dağın ruhu / baykuşun sabahı

dağın ruhu

güneş müpteladır, uzanır sabahları
akşamlar hüzün dolanır yapraklarıma
köküne saplı taşım
yorgun bir dağım avare ormanıyla..
oradaydım, ışkınlar haşarıydı yamaçlarımda
sakar yazlar geçiyordu, aksaklaştı bahar
olan şeyler oluyordu ah varıyordum farkına
başını esinledi sürgün
ya ağaç ne zaman büyüdü toprakta..
avare ormanıyla yorgunum ah ne kahır
yerin çıbanı oldum nehir denen yılana
mağaram vakitler burgacı
gördüm kendimi zamansızlıkta..
ruhum kavrar gibi yokluğu
unutulmaz o kargaşa

baykuşun sabahı

vuruyor kalpteki uykuya akşam yalazı
güneşin narı dağılıyor, yaşama harı süzüyor afakı
tersleniyor vakitte dam
yıldız çatlatan dağdağasıyla başlıyor siyahın derin ağzı..
ayırdım ruh mayalayan zehri sabırdan
sır yok, rüya yok, eyledim kararımı
gurup içtim gün akıyor salyamdan
akşama bulanık sabahımda budur arzım göğe karşı
bana devrilen zerreyi anladım
zaman değil tokluk veriyor varlığa evhamını..
dağıldı sabahın mahmurluğu, yaşama harı seçti avını
geceye damlayan gözüm,
siyahta dolanan kara hayvanda kanlı..

kitap-lık, ocak 2007

iltifat gölgeye / ağaçta seyirmeler

iltifat gölgeye

seyredecek bir düş bulamadım
ey sabahla mümkün gölge
benden bu karanlığın sebebi denize, hem çöle
eli oluyor bana benzeyen siyahın, başı var
ya kirpikleri durmadan uzayan güneşte..
ey üveyim bile olamayan sadık
seninle serinler mi toprak, serinliyor işte..
bir gerçek arıyorum vehimler içinde beyhude
bir düş, erişemeyim ilmine

ağaçta seyirmeler

tılsım oturur ellerimin budağına yaprak derim
değil aydan bahardan
savururum ıtırın buğusunu cevherdeki mermerden çektim
kendiyle boğuşan içinmiş soluk
suyumu çağıltanım ya ne olduğumu bilemedim..
toprak yeğdi tohuma, güneş yer meyvelerim
yerliyim dedim hem gökteydi evim
köküm hem dalım hem gövdem nerede başlar seçemedim
kendiyle boğulan içinmiş boşluk
unuttum hepsini, ağaca benzer gibiyim

kitap-lık, mayıs 2006

aczıyet

gelip gösterdiler su budur diye, yağmur yağıyordu
yaz, çekilmişti ömrünüzden
çatlıyordu dudaklarınız neme doğru
susuzluk buydu..
kalbim yarılırdı toprağa
marifetim dökülemezdi dilimden, sükûnet buydu..
yürüyordum, tüm yollar kendime doğru
işaretlediler varlık budur diye, varolan büyüyordu
zaman, çekilmişti mevsimden
dağdan yonttum taşımı, hiçlikti bu..

yasakmeyve, eylül-ekim 2005

her lekeye bir yağmur / insan değil aradığınız yerde

her lekeye bir yağmur

başka dünyaya ağladım, bir yârenim yok ağlayan
çıplaktım, arzunun tüm köpekleriyle çıplak
aklıma sakladığım bir ifrit vardı düşman
o da gitti bir devran yüzüme ayna kaldım..
hınçlıyım kendime bakıp dünyaya sızlanmaktan
ismimle kirli her lekeye bir yağmur dilendiğim aşk
o da geçti merhametiyle, benime gaddar kaldım..
çıplağım, arzunun tüm köpeklerine çoban
başka dünyaya ağlarım
anlatamam sorsalar

insan değil aradığınız yerde

ağaçta odun, kumda cam görenler, siz bile
bir çocukta bir adam elbet büyür
bir adam insana doğru çatlar elbet, duyun siz de
gün döner de uyarsa dilim dilinizin sesine
kerametinizden benim aklım da nasiplenir ve
kendimin insanlığa gâvurluğunu inkâra düşerse
siz ey, tanrımdan allah devşirenler
bir aynada bir suret elbet belirir, öğrenin siz de
özbenimin yüzünü seçemez oldum
göremem yüzümü, insan değil aradığınız yerde

kitap-lık, mayıs 2005

fareler ve veba

cami güvercinleri, çöplük martıları
dilim, aklım, kalbim ve uçan her şey
söyledim, ilkiyle kalanı yok
söyledim, söylerken sakinleşti ilmim

küle köz, denize su
bana dilsiz bir ben taşıyan ilmin sahibiyim
ses verdiklerimde bir gedik
anlattıklarımda bir eklenti
düştüğüm her uçurumda bir kuyu seyrettim..
ilki gördüm
gördüm kanımın aktığı oluğun nereye gittiğini
söyledim ilkiyle kalanı yok
söyledim, söylerken ehlileşti dilim

fareler ve veba
çocuklar ve ana
doğmayın artık
doğmayın daha

süsledim kalbimi çağ güneşleriyle
ne ki aklımdaki tortu bırakmaz sürüneyim denize
uçuşup durur
bular ruhumu varlığın teriyle
süsledim, eğreti durdu bu çağda bu kalbim
güneşin isidir ciğerlerimin kevgirinde

balçık verin bana, balçık
ilkini gördüm
yakıyorum elimin elini
boyuyorum yüzümü renklerin ilkiyle

söyledim bende baki tortunun sırrını
söyledim de biri uyuşmaz kanınızın sesiyle

fareler ve veba
çocuklar ve ana

yasakmeyve, kasım-aralık 2003

beşer bağı

terk eden ekler kendine terk ettiğini
kendine katlanan katlar oğlunu da
kalbi babasında gizli
büyür kızlar annelerini üzen evde
yüzleri sitemle ve matemle izli

böyle aktık oğul kız beşer bağına
böyle gördük derinin yılan değiştirdiğini
sürgit devran, semtler büyütür şehrini
bu dizler, bu ayaklar neden sokulur koynuna
bir şehir kusarken şeceremi

tuğla üstüne tuğla koyuyoruzdur
vakit deyip post yüzüyoruzdur belki
ah, terk eden, ekler kendine terk ettiğini

Kitap-lık, aralık 2003

ceviz önünde

sen el çekme bari
sen ey, çağırdıkça koşan sıkıntı
tüm hayvanları ovanın
nehrin tüm çavlanları ve
doğarken boğduğum çığlık

savururken aklımdan aklımı
bir berduşa nam olacak kadar rezil
akıttım salyamdan senden yadigâr bulantıyı
şimdi ağzım cılk. şimdi yanım yörem
ıtır bahçeleri kadar göğüne bulanası ufunet kuyuları
şimdi bende, annem kadar deniz bir akıntı

çözüyorum ömrümün yumağını
çözdükçe ben, çözüp sardıkça dünya çıkrığına
ardımdan düğümlüyor şehrin âşıkları

resmet bu hali ceviz
değil mi ki benden akan kökünü uyuşturdu
değil mi ki ceylanın gözünden çaldılar korkuyu

E, ocak 2003


şehre emir

söylen
ey her toprakta kökü olan senden
unuttukça büyüyen bana ne
karışıyor işte
göllerde yüzen nehirler unuttukça kendini

karışıyor aklıma senden
bir muammanın gizi
sezemediğim sır
içemediğim zehre övgü düzen dilim gibi
anlattıkça dövünen
sustukça mayalanan sen
söylen
pazarlarda gezenim işte
bak atı eğiten

boşaldıkça odalarından kem
söylen hangi dilin küfü
hangi sesin külüyle ömrüme mesken bu madenine kum verilmeyen cevher
zorlanıyor göğsümün kilidi
alesta bir köpek gibi dikleniyorsun neremi kessem

E, ekim 2002

çinko yahut ağzımda toz

                                       Ensar Yetkin için

ey taşlara mahrem bir yüz çizen
hiç kimsenin ziyneti yok
biri dahi uyanmaz kanının kokusuna
bir diyorsam bindir hakkı sözün
bir soymuşsam seni
bil
kulağımdaki sonsuz çağrı uğruna

biri dahi,          hiç kimse,       ziyneti yok,
yüz çevirmez çağrına...
ey zaman oldu
ey sunak bildiğim mağara
çağır beni bir el
sır dolanıp duruyor
çözünüp eriyor sır
be ey andıkça uzayan
sır oynaşıp büyüyor aklımda!

durduğum bu yerde yok bakındığım âlem
çıktığım âlemde yok benden zerre toz ama
ne ki sırrın sahibi orda
esrar!
döküldükçe kabuk
sıyrıldıkça ten gibi ağzımdan
çağır beni bir el
çağır ki kopsun düşsün bu sır
çağır ki,           ziyneti olmayanlar,      ovmasın çinkoyla!
bak bağrımı eziyorlar kubbeleşsin diye bu kambur
ses et, bi bağır!

gördüm evvel yuvanda
elmastan nasipli, dilden ariydi kayalar
bildim çöktükçe gırtlağıma suyun matemi
sana taşıdığım aklın közle diriltildiğini
bildim ateşin suda, suyun ateşteki aczini
kandır beni bir mabet kapısıyla ya da
ko gözüme haritanı el ver bi
esrar
sırtımda koskoca bir dağ var

çinko yahut ağzımda toz
dini yok bu şüphedar sefilin
bir seni bildim
çinko yahut toz
esrar
anla!

görmez misin saklısında ayan olduğum
bilmez misin nasıl sancır
nasıl kararır kalbim
beni çıkar burdan
esrar
beni buradan

çağrıldıkça gidebilen ben
sırtımdaki dağı erittim
benle kalan yüzünüze üflediğim tozdur ağzımda
ey ziyneti olmayanlar ve ey âlem
müminleşen çinkolaştıkça

Defter, kış 2002

şenlik

                  –kumun yakıldıkça camlaştığını gören
 çölün aşıldıkça aynalaştığını bilir..
 git aynayı kanınla şenlendir
 saray özleyen soytarının mekân methiyesinden yolla
 aşkı asfaltın altına iten mimarın ruhu soylandı!
 ama git sen
 git!

(yürüdüler...
sonra üst üste duran taş.. sonra rehberinin sesini yitirmiş boyların tesellisi vah, taş işçileri! sonra doğarım durmadan, tırnaklarımda harç, ellerimde keser, eklemlerimde hep darp, ah darp izleri...
bildim ve dağıttım ümüğüme çöreklenen kent serserilerini. korkmam. varsa erkeklerine ağıtlanıp katlimi farz kılan kaldırım fahişeleri, vardır çölde bin kervan dönüşünden beri sırı kızıla bürümeyi
bekleyen katil. gidiyorum, ayna şenlen kanımla!
miras bıraktıkça ardımda, mermerlerle işaretli mezarların sepilediği evler, çeşmeler, anıtlar, çarşılar büyür, kamburumu katmerler ve devirir mülkiyetin haris batağına beni. kelamım boğulur kalır esaret mimarlığında, nasıl silerim sesime heveslenen bu leş izlerini!

konakladığım her yerde derimde yerleşik bir sancı. bir ten gerekti çıkınıma ama duramam, bilirim zindanlar çatılır kabuklarımdan, duramam göçün hikmetini unutturur  ayyaşlar.
artık nefesimi tutup kibrimi besleyerek geçtiğim tüm semt ölüleri,
tonozlar, zamana tarih olmak için hazırlıyorlar kendilerini..
ey saçlarımdan put yontan ehli keyf marangozlar! derbentleri kandıracak bir sohbet bırakmaz mısınız hafızamda, bir söz...)

–atının akıtmasında çizilidir elbet süreceğin seyir
  terinin aklındadır sığınacağın vaha...

Kitap-lık, mart-nisan 2001

bir kuyu kuruyor ne vakit çöl dese biri

I
kentin yağmalandığı yerden
nehrin kana karıştığı vadiden geldim
suç benim! öldürdüm kadınları
gördüm buğdayı büyürken
ormandan yol dilenip sevdim, büyüttüm yangını

kanın pıhtılaştığı nehir yüzünü sakınır vadisinden
çekilir dölüm dünya denen rahmin dehlizine
bozkırla hikâye edilen aşkın efsanesi silinir
lanetlenir kederle tanınan yüzüm
görüldüğü her yerde

yakmazdım hiçbirini
ne avluyu ne kilimi ne keteni
konmasaydınız
akmasaydı kan hep aynı oluktan
mekâna kinim bilenmezdi
yürüseydiniz... büyürdü aşk
dünya aklımın sesiyle şenlenirdi
inanmayın burada olduğuma
mülklerle payelenmiş bu coğrafya benim değil
sefil bir dünyanın yağmacısıyım yalnızca
dinliyorum meczup aklımla
evren denenin hikâyesini

silindi kalbimde gezen katarın izleri
hayalin kaçıştığı deniz çekildi

ayaklanıyor atlar...
kuyu kuruyup taş ufalanıyor
ne vakit çöl dese biri

 

II

bir talan ordusuyduk âdemoğullarının kâbuslarına giren. geçilmez suların ortasında at değiştirirken bir perinin ürperdiğini gördük. çıkarıp cevherleri lahitlerinden, hayvanlarımızın alnını zümrütle ördük. batı yollarında arşınlarken bilgeliği aklın sefaletine düştük. okuduk bir kayın kabuğuna resmedilmiş haritada şark yollarını, güneşin doğduğu yere koştuk. bir zemheriydi sakındık kendimizi kardan; sonra, sonra ah yürümeyi unuttuk!

yalan! yoksunuz siz ya da
kehanetinize bakmak için kalkmıyorsunuz tahtlarınızdan!
hakanlar çekildi içodalarına
zeval gördü sağrısında ülkeler eskitmiş atlar
kırbadaki su, kurudu!                                     –dön!

derimi çuha niyetine örttüm bozkıra
durdukça şenleniyor surlar
bir altın çağı kapattı aklım
durdukça...
efkâr ediniyor beni kendine yollar

oysa dolandığım hiçbir kırda çağrı yok
ehlileşince kan, ses görülmüyor
çarpıp duruyorum çarşılara
boğulup kalıyor sesim...
avlularda

dön! kanımda dolanan ırk zorluyor damarımı
durduğum her yere benziyor yüzüm
dağları ayaklandıran göç dön
tükeniyor ülke övmekten sözüm!

ayaklanıyor atlar...
kuyu kuruyup taş ufalanıyor
ne vakit çöl dese biri

Defter, yaz 2001

gözlerinde ilahi okunan cennet çocukları

sadağın dibine saplanıp kalmış temren gibi
ya da
tam vuracakken boynunu avcının, tavı az bir zülfikâr gibi
eksiktiniz!
sonra sakin bir av ayini...
sonra cennetten kaçmış
tam çıkarken yine kovulmuş gibi ah aynı yerden
susun!
ve şaşırın daha büyüyecek çocuğun neden durmadan
durmadan tecavüz ettiğini ........... .............. ve herkese!
elbet durmuşken şimdi eşikte
ben boynumu kırmış bakarken yukarıya
ey gözlerinde ilahi okunan cennet çocukları
ağlayın!
ve inanın artık imanın kanda olduğuna
inanın! ve bırakın çözülsün damarlarınızın düğümü

akıyorum
kamaşıyor her yanımda kalbim
gözüm seyiriyor eski bir kan sıcaklağını
ah biliyorum o andığımız bir zamanlar
kadim kan pıhtıları!

her köşede dilenen insanlar
her avluda ölen
her binada yeniden bıkmak bilmez dilleriyle kullarının
doğdular yeniden
ben bu her daim sefil
ben bu gözleri alevin üç rengiyle millenmiş âdem
–gördüm–
nasıl oynarlar ateşle kader yazıcıları
ve nasıl mühürlerler ömrü zamansız bahçelerin özentisiyle!

insan cüruflarından geçtim
ister sofalarda birikmiş misafir deyin
ister meydanların bahadır neferleri
ister şeyh deyin ister kâfir
gördüm ve süründü ayaklarıma
insan soyunun külden etleri!
eşiktesiniz, düşerken cennetten tapmayın ateşe!
melekleri gördüm
yalnız onlar severmiş kuğuları
kuğular ah çirkin
kırık hepsinin –gördüm– ah kırık boyunları!

ateşe tapma!
ateşe tapma! kınnap, fitil
kalbim tapma ateşe zinhar!
koskoca nehirler akar bilmem neremizden
ateşe tapma!
çıkar kandiller, kavlar arar
arklar oyarız şehre bilmem neremizden

ateşe tapma kalbim!
eşiktesiniz, düşerken cennetten tapmayin ateşe!

E, nisan 2001

mağarada

                               dışarıda gece deniz gündüz ırmak bir su dolanır

kan birikiyor
karanlık uzadıkça çürüyor
külle ovup eskittiğim elim
oysa ilmin geldiği yeri bilendim
bir rüzgâr gidiyorsa terkisinde ben
ben ağlatırdım göğü bilir misiniz
kuşu doyuran ben.
kav benim
yangını çıkardığını söyleyenin olsun alev!
insanın nereye giderse ihanetini de götürdüğünü söylediler bana
külünü ve yüzündeki sızıyı da
buradayım. burada olmam söylendi yağmurlarca
kendimi sakındığım yeryüzü, bozkır, çöl mesela
adıyla çağırmamı bekledi yıllarca
kan ya bu hani, akar ya
akar da birikir ya avuçlarımda
insanın nereye giderse kanadığını söylediler bana
uyuduğunu ve denize baktığını da
kan birikiyor, deniz çekiliyor, uyku uyunuyor
karanlık uzadıkça
karanlık uzadıkça
tırnaklarımdan fışkıran veba...
başka türlü niye gezdirmesin ki insan ihanetini
kalıyorum mağaramda
yangın yanar, her yanım anka!

E, temmuz 2000